8 Temmuz 2013 Pazartesi

Adımıza 'devrim çalacak' bir ordu!

Son yıllarda, Ortadoğu’daki gelişmelerle çok daha yakından ilgilenir olduk. Bu ilginin kaynağında, AKP’nin 2002’den bu yana süren iktidarının, Başbakan Erdoğan’ın kişisel yakın ilgisinin (Libya/Kaddafi, Suriye/Esad, Mısır/Mübarek vs.) ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun özellikle ‘Stratejik Derinlik’ çalışmasının etkisi yanında, herhalde esas olarak 2010’dan bu yana özünü ‘demokrasi, özgürlük ve insan hakları’ talepleri oluşturan, ‘Arap Baharı’ diye nitelendirilen ancak oldukça farklı boyutlar edinen ve bir o kadar iniş çıkışlı seyir izleyen sürecin kendi albenisi olmalı.


1991 Körfez Savaşı’ndan başlamak üzere edindiğimiz alışkanlıkla gösterileri, çatışmaları, iktidar değişimlerini bile bulunduğumuz yerlerden takip edebilmekteyiz. Bu sayede, aslında her birimiz kendi çapımızda, konunun uzmanlarına dönüştük. Tam da yoğun apolitikleşmeden yakınılırken, esasında çok farkında olmadan, esaslı bir politizasyon yaşamakta olduğumuz da ortaya çıkmış oldu.


Malum. Adı geçen ülkelerle benzerlikler yanında, benzemezlikler de çok. Bu nedenle gözlem süreci, aynı zamanda gelecekte toplumun nereye evrilebileceği, nereye doğru sürüklenmekte olduğumuz konusunda her birimize çeşitli fikirler vermeye devam etmektedir. Kişisel gündemlerimiz ne olursa olsun, genel gündemin bir parçası olmaktan ve onu değerlendirmekten, sonuç çıkarmaktan kendimizi alıkoymamız mümkün olmuyor.


Mısır’da canlı yayında, dünyanın gözleri önünde gerçekleşen yönetim değişikliğinin adı, kelimenin gerçek anlamıyla ‘darbe’ydi. Lamı cimi olmadan, demokrasinin, halkın iradesinin sekteye uğraması sonucunu doğuran, henüz doğmakta, gelişmekte olan demokrasiye ciddi, ağır zararlar veren ve güçlü vesayet rejiminin yeniden, daha güçlü tesisine yarayacak olan bir darbe.


Darbeyi gerçekleştiren –ya da ‘devrimi ikinci kez çalan’- Genelkurmay Başkanı Abdulfettah el Sisi’nin aynı zamanda kabinede savunma bakanı olması, vesayetin silahlı siyasal zeminini oluştururken, ordunun 1950’den bu yana gelen ‘makarna üretiminden madensuyuna, alkollü içecekten bütan gaz, benzin istasyonuna, tatil köyleri’ne kadar uzanan alanlarda gösterdiği faaliyetlerle, Mısır ekonomisinin % 40’ına varan bölümüne hükmetmesi de vesayet rejiminin ekonomik temelini oluşturmaktadır.


Türkiye’de OYAK’ın da benzer şekilde ‘vergiden muaf’ bir halde otomotivden çimentoya, bankacılıktan finansal faaliyetlere, sigortacılıktan konserveciliğe, inşaattan AVM’ciliğe uzanan bir faaliyet içinde olduğunu hatırlamakta yarar var.


48 saat öncesinde verilen ‘muhtıra’nın ardından gerçekleşen darbenin hemen ardından, Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin yaptığı yazılı açıklamayla Mısırlıları darbeye karşı durmaya çağırdığını biliyoruz. Müslüman Kardeşler’in de bu çağrıya katılarak darbenin yapılmakta olduğu andan bugüne Adeviye Meydanı’ndaki mitingi sürdürmekte oldukları da bir vakıa. Bir ara tutuklanan Müslüman Kardeşler’in lideri Muhammed Bedii’nin bırakılmasının ardından soluğu meydana alarak direniş çağrısını yinelediğini ve ardından da hem onun hem de partisinin üst düzey yöneticilerinin yeniden tutuklandıklarını biliyoruz.


Daha şimdiden darbeye direniş nedeniyle sayıları 30’u aşan kişinin öldüğü, en az 300 kişinin yaralandığı da bilinmekte. Mevcut tablonun devamı halinde, sokak çatışmalarının büyüyeceği çok açık. Dahası, geleneksel olarak silahtan uzak durmuş olan İhvanı Müslimin’in (Müslüman Kardeşler) bazı kesimlerinin silahlanabileceği ihtimalini de öngörmek yersiz olmayabilir. Bu gerçek kaostan ‘uzlaşma’ çıkarmak, çok zor da olsa Mısır’ın kendi özgünlüğü içinde yaşadığı sürekli ‘geçiş hali’ nedeniyle imkânsız da olmayabilir. Bir yanda uzun süreli çatışma tehlikesi, diğer yandan çelişkilerin çözümünü bir anlamda zamana yayan bir uzlaşma ihtimali.


Yine de fotoğrafı bir bütün olarak görmek ve ona göre sonuç çıkarmak en doğrusu olmalıdır.


‘Arap Baharı’ ile birlikte El Tahrir Meydanı’nı dolduran yüz binler Mübarek’in temsil ettiği geleneksel baskıcı yönetimi iktidardan düşürene kadar bütün saldırılara karşın gösterilere devam ettiler. Bugün askeri darbenin iktidardan uzaklaştırdığı Müslüman Kardeşler’in ‘devrim’e sonradan kıyısından köşesinden katıldıkları da bir başka vakıa.


Esas merceğin dikkatle tutulması gereken gelişme, 2012’deki cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Seçimin ilk turunda Muhammed Mursi’nin, oyların % 24.70’ini aldığı, buna karşın bir anlamda eski Mısır’ın devamı olan Ahmet Şefik’in ise % 23.66 oy aldığı, 2. tur yani en çok oy alan iki adayın katıldığı oylamada bu kez Mursi oyların % 51.73’ünü alarak seçilirken Ahmet Şefik’in de oyların % 48.27’sini aldığı bilinmektedir. Rakamlarla ifade edersek: Mursi:13.230.131, Şefik:12.347.380 oy aldı. Dolayısıyla bu politik zemin bir tek başınalık yerine bir koalisyona ve tek belirleyicilik yerine bir tevazua, bir katılımcılığa kapı aralamalıydı. Ancak öyle olmadığı malum.


Tam da bu noktada demokrasinin kuralları içinde iktidara gelen Muhammed Mursi ve Müslüman Kardeşler’in demokrasi sınavı da başlamış oluyordu. Bu sınavı başarılı vermedikleri, bir yıllık iktidarları boyunca amaçlarına ulaşmak için ‘bindikleri demokrasi treni’nde –tabii ki ‘çağrışımları olan bir vurgu’- çok da demokratik davranma, kapsama, kucaklama derdinde olmadıkları ve dediğim dedik davranmanın mevcut ‘demokrasinin gereği’ olduğunu savundukları çok açık.


Çok geçmeden bu kez, geçmişte şimdiki darbeci askerlere yönelttikleri ‘devrimi çalma’ suçlamalarıyla bu kez meydanlara ‘Tamarud’ (İsyan) ve ‘Git’ (İrhal) diye çıkan milyonların benzer suçlamalarına muhatap oldular.


İçeride, kabinenin 6 bakanının istifa ettiğini, El Ezher Şeyhi’nden Selefi Nur Partisi’ne (ki oy oranı % 25 civarıdır) Hıristiyan toplumun temsilcisi Kıptilerin papasının desteğini kaybederken, dışarıda hem Arap dünyasından Suudi Arabistan, Katar, BAE, Filistin vs., Batı dünyasından da ABD ve AB’yi gerçekte kaybetmiş oldular.


Demokrasinin felsefesi/teorisi/araçları/amaçları ile realite arasındaki bocalama, bugün de neredeyse bütün dünyada bütün hızıyla sürmeye devam etmektedir.


Meydanları dolduran milyonların tepkisini salt darbeci askerlerin ‘planlama’sına dayandırmak fazla kolaycı olur. Ancak Türkiye’de uzun süredir kolaycı bakış açısının egemen olduğunu düşünenlerden biri olarak, Arap Baharı’na anlamını veren ‘hak ve özgürlük’ taleplerinin hiçe sayılmasının Mursi’nin en büyük yanlışının da başladığı yer olduğunu düşünüyorum.


Türkiye’den yükselen tepkilerin, içeride de dışarıda da dikkatle değerlendirildiğini düşünüyorum. Ancak Başbakan’ın ve bütün yakın ve geniş çevresinin, Ortadoğu/İslam dünyası ile ilişkilerinde aşırı bir özdeşleşmeyle söz ürettiklerine de birlikte tanık olduğumuz ortada.

‘One minute’tan başlamak üzere, ‘Her ne pahasına olursa olsun Esad’ın devrilmesine’ ve uzun süredir retoriği aşan bir hevesle, ‘Bağdat, Şam, Beyrut, Ramallah/Gazze’ ile İstanbul, Ankara, Diyarbakır vs. kentler arasında kurulan özdeşliklere kadar. Keza ‘Gezi’yle Tahrir’ arasındaki benzerliğe…


Diyarbakır’dan bakınca, ordunun tayin edici olduğu 1960’ta, daha çok sürgünler/yasaklarla, 1971’de geniş tutuklamalar/mahkûmiyetlerle, 1980’de doğrudan öldürülmeler, kitlesel işkence, tutuklama ve mahkûmiyetlerle en acımasız baskılara maruz kalındığıdır. Şüphesiz adımıza ‘devrim çalacak’ bir ordu, iyi ki de yok!


Kötüsü, İslam dünyasının başarılı demokrasi modeli olan 10 yıllık AKP iktidarının ürünü, ‘Özel Yetkili Mahkemeler’ eliyle yaratılan/sürdürülen KCK heyulası bağlamındaki hukuksuzluk cenderesi, 3. ve 4. paketin çok sınırlı hafifleten sonuçlarına rağmen, bugün de bütün acımasızlığı ile devam etmektedir. Bunun izlerini Kürtler olarak bedenlerimiz ve ruhlarımızda taşıyoruz. Kaldı ki yaralar açılmaya devam ediyor.


Sonuçta, darbesine bırakın açık ya da gizli sevineceğimiz, hatta sessiz kalacağımız bir ordu, dün de yoktu, yarın da olmayacak.



Adımıza 'devrim çalacak' bir ordu!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder