24 Haziran 2013 Pazartesi

Allah'a küfreden ile şeriat isteyen aynı parkta durabilir mi?

NEDEN

İskender Savaşır, California Üniversitesi Berkeley’de psikoloji ve dilbilim eğitimi aldıktan sonra uzun süre öğretim görevlisi olarak çalıştı. Birçok düşünce ve kültür dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı. Öykü ve şiirlerinin yanında dil, modernizm üzerine kitaplar yazdı. Halen Aralık Derneği ve Bilgi Üniversitesi’nde psikoloji ve kültür dersleri veriyor. Savaşır’dan Gezi direnişinin ruh halini yorumlamasını istedim. Savaşır “Geriye dönüp milim milim okunması gerekir” dediği Gezi sürecinin gelecekte neye nasıl dönüşebileceğini, hangi alanları açabileceğini anlattı.


Ahmet İnsel, Gezi için ‘haysiyet kırılması’ tabirini kullanmıştı. Sizce?


Ahmet’in tespitine sonuna kadar katılıyorum. Beni daha çok ilgilendiren kullanılan semboller. Direniş tarzı ve bu sembollere baktığımda hem çok yeni hem de çok eski bir şey görüyorum.


Eski olan nedir?


Ağaç. Tarih boyunca ağaç aslında hayatı savunmak anlamına gelir. Taşa, bronza rağmen ağacın, ahşabın yanında durmak hayatı kutsamak gibi bir şey olmuştur. Gezi’deki eskiden gelen duygu buydu. Yeni olan ise şu: Şimdiye kadar biz direniş veya kalkışma dediğimizde hep şahadet terminolojisine alışmıştık. Yol her ne ise… O yolda ölmek için çıkılırdı, direniş denildiğinde. Gezi’de kesinlikle bu yok. Yani bu kitle biber gazının olduğu yere gitmeyi göze aldı ama kurşunun olduğu yere gitmezdi. Mücadelenin sınırı çok önemliydi. Çok ilginç bir şekilde esnafın “İş yapamıyoruz” şikâyetlerinin başladığı anlar, hareketin “Artık Gezi’den çekilelim, duralım” dediği anlarla örtüşüyor. Yani direniş şehirli hayatın dokusuna zarar vermeye başladığı an durdu. “Şimdi başka yöntemler arayacağız, biz vandal değiliz, kimsenin canına malına zarar vermeyeceğiz” denildi. Elbette o anda Gezi’de bulunan insanlar bunu bu biçimde formüle etmedi, sonradan okuyabiliyoruz. Ve milim milim geriye dönerek, milim milim okunması gereken bir süreçti. Şehirli insanı ve siyaseti anlamak için önemli. Gezi’de ne oldu, ne olmadı? Ne vardı, ne yoktu? Bilmeliyiz.


Gezi’de şahadet söylemi yoktu, ne vardı peki?


İdeolojiye karşı hayat var. Gezi direnişi bir yaşam sevinci örgütlenmesidir. İnsanlar yaşamakta oldukları şeyi savunuyorlar çünkü. O yüzden de nerede duracaklarını çok iyi biliyorlar. Kimseye zarar vermek istemedikleri gibi kendileri de zarar görmemeye özen gösteriyorlar. Uğruna ölünecek değil, uğruna yaşamak istedikleri bir şey var. Kendilerine seçtikleri hayattan söz ediyorum. İşte o hayata çok karışıldığında, o hayat bir kalıba sokulmaya çalışıldığında Ahmet’in haysiyet kırılması dediği şey patlak verir. Bence kalkışmanın özlü sözü şu: Bana bunu yapamazsın. İşte bu yanıyla da dünyada tarihsel bir olay.


Nasıl yani?


Başlangıç olarak Doğu Avrupa rejimlerinin yıkılmasını alabiliriz. Şehirli, geleneksel değerler üzerine yaslanmayan ama geçmişten yararlanmanın çok yaratıcı biçimlerini kullanan ama bir öğreti temelinde değil, çok şehirli ve medeni bir hayat tarzını savunmak adına bir kalkışmadan söz ediyoruz. Bunun tarihini oraya kadar çekebiliriz. Gezi’ye damgasını gençler vurmuş olabilir ama bir yanıyla da tam bir halk hareketiydi. Bu bakımdan da benziyor. Elbette gençlerin çok güzel ezber bozduğunu da kabul etmem gerekiyor. Benim kuşağım, özellikle de benim gibi hoca moca takımı sürekli şikâyet ederdi. “Bu gençlerin idealleri yok. Bunlar korkak. Kıllarını kıpırdatmazlar” filan diye. Hadi bakalım, şimdi gördük mü o korkak gençleri!


Sizin kuşak niye apolitik sanıyordu bu gençleri?


Çünkü bu gençler asla olduklarından fazla bir şey olmaya çalışmadılar. Bir de dönüp 68 gençliğine bakın. Sloganı “Gerçekçi ol, imkânsızı iste”. Şimdi düşününce, hadi oradan be diyesim geliyor. Gezi’ye çıkan gençlerin hiç öyle bir derdi yok, imkânsızı isteyen kişinin cakası da… Aşırı iddialarının olmamasının bir sebebi de hayatı henüz öğrenmekte olduklarının bilincindeler. Dünyanın değiştirmek değil de kendi yaşam alanını korumak istiyorlar. Bir refleks olarak. Ergenliğin sonunu nasıl tarif ederiz? Bir kişi idealleriyle hayatın gerçekleri arasında bir barış kurduğunda ve ben bu dünyada ne yapacağım sorusuna yanıt verebildiğinde artık ergenliği, gençliği bitmiştir. İnsan ömrünün uzamasıyla bu süre de uzadı. 30’ların ortasından sonra gençlik bitiyor diyoruz artık. Gezi’de de dikkat ederseniz tam böyle bir skala vardı. 18-35 yaş arası gençlik.
Gezi’yle apolitik, politik tanımlamalarını da değiştirmek gerekmiyor mu?


En baştan, dünya ölçeğinde politikanın tanımını değiştirmekle başlamak gerekiyor. Bugün itibariyle politikanın ne olduğuna, nerede, nasıl ve hangi kurumlar aracılığıyla yapılacağına henüz karar vermiş değiliz. Bu tür hareketler tam da buna cevap gibi. Şimdiye kadar Doğu Avrupa’daki ayaklanmalar, herkesin işaret ettiği Wall Street işgali orta sınıfın kazanılmış değerlerine yapılan taarruza dur deme özelliği taşıyordu. Aynı Gezi gibi. Ama bu iki hareket de politikanın geleceğiyle ilgili bu sorulara tam karşılık veremedi. Kendilerine kalıcı organlar yaratamadılar. Wall Street işgali tamamen söndü. Arap Baharı yerini eski yapılara, Müslüman Kardeşler’e bıraktı. Doğu Avrupa ayaklanmaları komünist partilerin eski kalıntılarına dönüştü.


Bizde ne olur?


Gezi kendisine yeni organlar yaratabilir. Çünkü hareketi çalmaya çalışan birçok siyasi örgüte rağmen dimdik durmayı başardı. Ve böylelikle Türkiye’deki siyasi boşluğu ayan beyan ortaya koyabildi. 10 yılı aşkın zamandır hislere tercüman olmayan bir muhalefet açığıyla karşı karşıya olduğumuz tescillendi böylelikle.


Yeni siyasi parti mi kurulur, merkez sağda böyle çalışmalar olduğunu duyuyoruz…


Siyasi parti kurulacaksa ve bu Gezi’deki ruhu kapsayacaksa, bir zamanlar Yeşiller Partisi’nin durduğu yerden çıkabilir. Yeşiller doğuşu itibariyle de sıradışı bir siyasi partiydi. Böyle bir şeye ihtiyaç var. Yalnız unutmayalım, sokağa dökülen gençlik çok heterojen. Ulusalcı gençlik var, bu harekete eklemlenmekten korkmayan Kürt gençliği var. Bu çok göz yaşartıcıydı benim açımdan.


Aslında aramızda bir kopuş olmadığını anlamış olduk mu?


Sivil toplum düzeyinde Kürtler-Türkler söz konusu olduğunda kopuş yokmuş ama Müslümanlarla-Müslüman ya da dindar olmayanlar arasında varmış gibi. Bu çok tehlikeli bir şey. Son 30 yılda ben ve benim gibi birçok kişi sol cenahla din arasında bir köprü kurmak için tırnağımızla çalıştık. Bazı sonuçlar da aldık. Fakat bu Gezi olaylarına Müslüman kesimden verilen bazı tepkiler bende büyük hayal kırıklığı yarattı. Örneğin, üç yıl İbn-i Arabi okuma gruplarında tartıştığımız birikimli bir Müslüman yazar, eleştirmen arkadaşımın gözü dönmüş bir şekilde konuştuğuna şahit oldum. Halbuki bunca yıldır biz bir şeyler örmeye çalışıyorduk sol ve Müslüman entelektüeller arasında. Bu örgünün ciddi tehdit altında olduğunu görüyorum şu anda. Bu tehdit, hükümetin Müslümanlığı temsil ediyor olmasını yuttuğumuz ölçüde artacak. Ama Müslümanların büyük çoğunluğunun da yuttuğunu sanmıyorum.


Neye dayanarak böyle sanıyorsunuz?


Hükümete ciddi bir süredir ‘mücahitlikten müteahhitliğe’ geçtiler diyerek eleştiri okları geliyor Müslüman kesimden. Bu ses, tehdidi bertaraf edecek derecede güçlü ve sürekli olduğunda İslam dininin tartışılabilir hale gelmesi de mümkün oluyor. Dinin tartışılabileceği bir alanın yaratılması hem çok hayati hem de çok zor. Çünkü sol yıllarca dini konuşmayı reddetti. Samimi ve araştırıcı Müslümanlar ise büyük çoğunluğu rencide etmekten çekindi. Bir kısım da kendilerini resmi ve siyasileşmiş bir İslam’ın parçası kılarak otomatik olarak sahici bir tartışma ortamından çekilmiş oldu. Çünkü artık onlar rant paylaşımında söz sahibi kimselere dönüşmüştü.


Hükümet Müslümanların dilini konuşuyor ama onları temsil etmiyor mu diyorsunuz?


Süleyman Demirel ne kadar ediyorsa, bu hükümet de o kadar ediyor. Hükümetin baskıcı politikalarının da İslam’la hiçbir alakası yok. Neresinin muhafazakâr olduğunu da anlamış değilim. Mahalle kültürünü yok ediyorlar, kendilerinin önem atfettikleri her şeyi de. Ne biçim muhafazakârlık bu? Sermayenin kendini yenileme sürecinde azgın ve aç yeni aktörlerin piyasaya çıkmasıyla oluşan yeni bir burjuvazinin iktidar mücadelesine tanık oluyoruz, o kadar. Bir de tabii şu var: Kimse kusura bakmasın, kürtajdan sezaryene hükümetin tepki çeken politikalarının her tarafından Amerikan Protestanlığı akıyor. Türkiye’nin belkemiğinde çok güçlü bir şehirli orta sınıf var artık. Onların din pazarlamasıyla manipüle edilemeyeceği kesin. 10 yıldır iktidardayken hâlâ bir mağduriyetten söz etmenin de Ortadoğu’da siyaset yapmanın şartlarından biri olan riyakârlıktan öte olmadığını da anlar ve anlatır bu sınıf. Hükümetin sözünü ettiği mağduriyet vallahi de dünün hikâyesi.


Herkes farkında mı bunun?


Gözü ideoloji veya rantla boyanmamış herkes, evet. Kimsenin toplum mühendisliğine tahammülü yok. Müslümanların da. O nedenle Başbakan’ın sanki inananlar ve inanmayanlar diye iki kesim varmış ve birbirlerine saldırmamak için zor duruyorlarmış algısı yaratacak konuşmalarının tesirinin çok az olacağını düşünüyorum. Gezi hepimize bunu gösterdi. Devletin sahneden çekilmesiyle nasıl bir bütünlük yaşanabildiğini. O yüzden benim yeni bir park önerim var.


Ne parkı?


Öyle bir park yaratalım ki, Meclis’in resmi dokunulmazlığına karşı burası sivil dokunulmazlık alanı olsun. Orada isteyen gelip Allah’a küfretsin, isteyen gelip şeriat düzeni kurmayı savunsun. Bunlar yan yana yapılabilsin.


Biraz zor olur…


Mayıs ayı başında size “Birkaç gün sonra Gezi’de böyle bir olay yaşanacak” desem, eminim yine bu cevabı verirdiniz. Kimsenin beklemediği bir anda, tahmin etmediği şekilde, resmen ağaçlar kalktı ve yürümeye başladı. Macbeth’teki gibi. Bundan sonra böyle alanların yaratılması çok daha kolay. Bakın her gün bir parkta forumlar toplanıyor. Bir gün de Allah’a küfreden ile şeriat isteyen aynı parkta durabilir mi? Soru bu. Benim yanıtım: Mümkündür.


Bazı sembolik örneklerini gördük ama yine de sorayım: Bu gençler kendi yaşam tarzını savunurken kendisi gibi olmayanı, başörtülüyü de savunur mu?


Elbette. Gençler hayali bir yaşam tarzının peşinde değil ki. Zaten var olan bu çeşitliliğin korunmasını istiyorlar. Buna müdahale edilmesin derdindeler. 1940’lardaki Kemalizmin geri döndüğü filan yok Allahaşkına! Eskiden “Bunlar bizi ortaçağ karanlığına sürükleyecek” diyenlere gülenler, bugün aynı onlar gibi bu sefer olmayan bir Kemalizm hayaletinin peşine düştüler. Bunların ötesinde, medyanın ve siyasetin radarına girmeyen çok zengin bir hayat var.


Kaynak : http://www.vantvhaber.com/2013/06/allaha-kufreden-ile-seriat-isteyen-ayni-parkta-durabilir-mi/



Allah'a küfreden ile şeriat isteyen aynı parkta durabilir mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder